Mutluluk o "Bir Kişi"ye çaldığını bilmek
Anadolu Üniversitesi 11’nci Amatör Jazz Müzisyenleri
Festivali’nin açılış konserini, genç ve deneyimli gitarist Cenk Erdoğan’ın Trio
grubu verdi. “İle” ve “Kavis” adlı iki enstrümantal albüme sahip olan Cenk
Erdoğan, ilk kez sahne aldığı Eskişehir’de Anadolu Üniversiteli öğrencilerle
buluştu. Perdesiz akustik ve perdeli/perdesiz elektrik gitarıyla Ceylan Ertem,
Jehan Barbur gibi solistlere hem aranje yapan hem de albümlerde ve sahne
performanslarında çalan Erdoğan, hem Jazz hem de kendi müziği hakkında bilgiler
verdi. Elle Dergisi tarafından 2013’ün 50 Genç Yeteneği arasına da seçilen
Erdoğan, Anadolu Üniversitesi’nde sahne alarak bir hayalini daha
gerçekleştirdiğini söyledi.
Müzik formatınıza baktığımızda sadece jazz değil pek çok öğe
barındırıyorsunuz. Özgün bir müzik türü diyebilir miyiz?
Genel çerçevede değerlendirecek olursak, jazz müzisyeni
denilebilir. Bunun sebebi de Trio formatta çalıyorum, bu formata uygun şarkılar
yazıyorum, parçaların içinde doğaçlama öğeler kullanıyorum. Ancak bana “Modern
Gitarist” daha şık bir isim gibi geliyor. Kendimi bir kalıba sokmaktan
hoşlanmıyorum. Pek çok tarzda çalıyorum. Bunları da klasik, çelik telli,
elektrik, perdesiz gitarlarla çalıyorum. Bütün bunları bir araya
getirdiğimizde, modern gitarist fikri daha uygun olur diye düşünüyorum.
Türkiye’de jazz müzik, çok fazla dinlenen bir tarz değil.
Ancak yeni nesil jazz müzik giderek popüler olmaya başladı. Bunun sebebi nedir?
Jazz sadece Türkiye’de değil dünyada da az dinlenen bir tür.
İnsanlar artık pop dinlemekten, felsefesi olmayan şarkılar dinlemekten sıkıldı
diye düşünüyorum. Pop müziği için şöyle bir izlenim var: Pop çalalım, parayı
vuralım, etrafımızda güzel kadınlar olsun, magazin programlarına malzeme
olalım, dünyalığı biriktirip köşemize çekilelim. Jazz müzisyenleri böyle bir
yaklaşımda değil. O paranın peşinde olmadıkları için bu müzik özgürce, kendi
içinde ilerliyor. Eğer böyle bir düşünceye sahip olunsaydı, jazzın da poptan
hiçbir farkı olmazdı.
Jazz müziği ilk çıktığında klasik armoniden ayrılarak, özgün
bir çizgide ilerlerken; yeni nesil jazz müzikte pek çok tarzdan etkiler
görülüyor. Bu doğru bir yaklaşım mı?
Doğru bir yaklaşımdır. Klasik müzik sabit kuralları olan,
icra edilmesi zor bir müziktir. Jazz müziğin çıkışı Afrika’dan Amerika’ya ya da
Avrupa’ya getirilen ve kölelik sistemi içerisine sokulan insanlarla başlar. Köleliğe
karşı konuşmak, seslerini duyurmak istediler ama yasaktı. Yasak olmayan iki şey
vardı: Biri dinleri, diğeriyse köklerinden gelen müzikleri. Kendi dillerinde
müzik yaparak birbirleriyle iletişimi sağladılar. Sahipler bu dilleri bilmediği
için, şarkıda onlara bir eleştiride bulunulsa bile bunu anlayamadılar. Savaşlar
bitince ve kölelik sistemi ortadan kalkınca onları evlerinde çalıştırmaya,
eğitimlerine katkıda bulunmaya başladılar. Eğitim için Avrupa’ya gittiler,
tekrar Amerika’ya dönüp öğrendikleri ritmik armonik bilgileri müziklerine
uyarladılar. Sonuç olarak rahat, dinamik ama armonik yanı çok da kuvvetli
olmayan bir sentez müzik çıktı. İktisadi değişimlerin ardından bu müzik yayıldı
ve bir süre sonra halk müziği ve klasik müziğin birleştiği güzel bir yer oldu. Hem
dans öğeleri var hem de doğaçlaması var. Tarzların birbirinden etkilenmemesi
zaten güçtür. Çünkü müzik başlı başlına insan odaklı bir iş olduğu için
gelişimi değişimi de farklı türlerden gelen katkılarla olur.
Pek çok albümde, pek çok sahnede hem müzisyen hem de düzenlemeci
olarak çalışıyorsunuz. Haliyle pek çok müzik türünü gözlemleme fırsatınız var. Sizin
gözünüzde jazz nasıl bir yerde?
Gözlemlemek ayrı bir iş. Ben hiçbirinde bir ayrıma gitmedim.
Yani kendi grubumda çaldığım müzikle bir başkasına çaldığım müzik ayrılmıyor. Her
yerde kendim gibi çalıyorum. Belki de bu yüzden pek çok kişiden iş teklifi
alıyorum. Hiçbir müziği ayırmadan dinliyorum. Arabesk de dinliyorum, jazz da
dinliyorum, halk müziğe de dinliyorum, Flâmenko büyük aşklarımdan bir tanesidir.
Hepsinin üzerine az çok mesai de yaptım. Mesela hiç izlemediysem 20 tane İsmail
Tunçbilek videosu izleyip, gitarla çalmayı denemişimdir. Bir de farklı
müzikleri dinledikçe, bunları kimlerin şarkılarda kullandığını da kolayca
anlayabiliyorum. Mesela Kibariye dinlerken İsmail Tunçbilek’in aranjmanlarını
bulabiliyorum. Yine Kibariye dinlerken, Nurhat Şensesli’nin çaldığı bas gitar
melodisini Laço Tayfa’da duyabiliyorum. Bütün bunları görebildiğim gibi,
çaldığım işlerde de ben de bu dokuyu yaratmaya çalışıyorum. Dinlediğim müzik
stilim olmasa bile, belki hayatımda hiç kullanmayacak olsam bile oturup
bakıyorum. Acaba bu adam bunu nasıl çalmış diye ben de deniyorum. Bize okulda
transkripsiyon ödevleri verilirdi. Yani sevdiğimiz bir müzisyenin solosunu
notaya döküp aynısını çalıyoruz. Ben bunu yapardım ama nefret ederdim böyle
çalmaktan. Üşenmezdim, tersinden yazardım. Tersinden derken başlangıç
notasından ileriye değil geriye giderek yazmaktan bahsediyorum. Bunu bir ayna
gibi düşünebilirsiniz. Bazen anlamsız bir iş çıkardı ama bazen de çok güzel bir
melodi yakalardım. Bende hep şu özellik var: Bir şeyi alıp, öğrenip istediğim
zaman kullanmak. Bu yüzden de ne kadar farklı olursa olsun tüm projelerde yer
alabiliyorum. Jazz da bunlardan bir tanesi. Ama jazzın ayrı bir durumu var.
Bütün bunlardan soyutlanıp kendi müziğimi yapmak istediğim yer jazz müziktir.
Trio’da çalarkenki durumu şöyle özetleyebilirim. Bir topun peşinden koşarken
omuz atılabilir, çelme takılabilir, vurulabilir. Ancak top hep yürür hiç
durmaz. Birinde mutlaka kalır. Yani basgitar çalarken ben bir anda onun
çaldığını perdesizle çalarım. Sonra bateri alır topu basa verir. Tıpkı futbol
gibi. Ama kale yok, yani bu işin bir süre sınırlaması yok. Bu yüzden özgür ve
gelişime, doğaçlamaya oldukça açık.
Yurt dışında pek çok festivalde tanınmış jazz
müzisyenleriyle sahne aldınız. Avrupa Türkiye’nin müziğine nasıl bakıyor?
Her dinleyişlerinde çok etkileniyorlar. Özellikle klasik
müzikten, makamsal eserlerden çok etkileniyorlar. Bizler de onların
disiplininden ve iyi icralarından etkileniyoruz. Ama perdesiz gitarını, sipsini
ya da zurnanı alıp sahneye çıktığında oradaki insanların bakışı bir anda
değişiyor. Öğrenmeye çalışıyorlar, çok fazla soru soruyorlar. Dünyanın pek çok
yerinden 35 müzisyenin katıldığı bir festivalde çalmıştım. Yerel müzisyenlerin
olduğu bir festivaldi. Ondan daha güzel bir festival yaşamadım diyebilirim. Herkes
birbirine çaldığı enstrümanı soruyor, nasıl çalındığını anlatıyor. Mesela ben
buradan kalkıp Amerika’ya gittiğimde perdesiz gitarı çalmaya başladığım anda
ilgilenmemeleri mümkün değil. Çünkü hiç görmedikleri bir şey. Bu yüzden bu
topraklarda doğmuş olmak büyük bir avantaj. Ama Türkiye’de doğup büyüyen bir
müzisyenin en az bir yerel çalgıyı iyice öğrenip 20 yaşından sonra yurt dışına
gitmesi gerekir. Çünkü Türkiye’de müziğinizi canlı tutmak için büyük çaba sarf
etmek gerekiyor. Ben de bunlardan biriyim.
Üniversitelerde gitar atölyeleriniz oluyor. Atölyelerinize
katılanlar çok memnun olduklarını dile getiriyor. Bu atölyelerde jazz ve diğer
türler bir arada mı?
Benim hali hazırda kült olmuş bir tarzım yok. Belki bir 30
yıl sonra inşallah olur. Atölyelerde her şeyle ilgili konuşuyoruz. Afişlerde
sadece jazz ya da başka bir türün tanımı olmuyor. Etkinlik sürecinden neler
olacağını önceden bildiriyorum. Gitar kayıtları, akorlar, solo, sağ-sol el
teknikleri, bestecilik gibi tanımlar oluyor. Bütün bunları yazıyorum ki gelen
kişi neler alabileceğini görsün, her şeyi sorabilsin. Çok eğlenceli bir sohbet
ortamı oluyor. Çalmak isteyenler çalıyor, bazen birlikte çalıyoruz. Anadolu
Üniversitesi’nde böyle bir çalışmamız olmadı. Gelmeyi çok isteriz.
Amatör Jazz Müzisyenleri Festivali başlığı altında
Türkiye’de çok yaygın bir festival dizisi yok. Ancak son yıllarda özellikle
gençler yeni bir arayışa girdi. Bu festivallerin akıbeti biraz da olsa değişir
mi?
Amatör kelimesi gerçekten çok güzel bir kelime. Biz
tecrübeli adamlarız. Sahneye çıkarken bir heyecansızlık oluyor. Ama sahne
ışıkları kapandığında bir heyecan oluyor. Bu heyecan ilk notaya bastığında
gidiyor. Ancak amatör bir müzisyenin bağırsakları konserden bir gün önce bozulmaya
başlıyor, midesi bulanıyor. Elimi nasıl tutsam, ayağımı nasıl koysam derken
notaları kaçıran, nota sehpasını deviren, gitarın kablosunu amfiden çıkaran çok
adam gördün. Biz artık o yollardan geçtik, tecrübe kazandık ama son 10 dakika
yakaladığımız heyecanı da konser sonuna kadar sürdürmek de profesyonelliktir. Dolayısıyla
amatör jazz müzisyenlerini her konuda destekliyorum. Bu festivalde çalmayı da
en az İstanbul Jazz Festivali ya da Akbank Jazz Festivali’nde çalmak kadar
önemsiyorum. Hatta daha da fazla önemsiyorum. Çünkü diğer türlü hep bu müziği
dinlemek için gelenlere çalıyoruz. Fakat Sinema Anadolu’da çaldığımız konserde
herkesi olmasa bile bir kişiyi kazanabiliriz. Ben hep şuna inandım: Mesela bir
televizyon programına çıkıyorsun, bazen istemediğin programlar da olabiliyor.
Ama bir kişi var, o bir kişiye çalıyorum. Öyle düşününce mutlu oluyorum. Bir de
enstrümantal bir müzik yapıyoruz. Bunu aşılayabilmek, sözlü müziğe göre çok
zor. Bundan hiç pişmanlık duymuyorum.
Cenk Erdoğan Trio ile Eskişehir’de ilk kez sahne aldınız.
İle ve Kavis adlı iki albümünüz var. Bu albüm süreçleri nasıl gelişti?
2005’te Amerika’ya davet edildim. New York’a ayak basan her
müzisyenin yaptığı gibi kulüplerde, müzik marketlerde dolaştım. Girdiğim
dükkânlarda perdesiz gitarımı çıkarıyorum, pedal deniyorum. Tabii dükkânda
olanlar küçük bir şok yaşıyor. Hatta birisi sordu bu enstrüman nedir diye.
Perdesiz gitar olduğunu söyledim. Açtı gitarı, baktı, çalmayı denedi. Çok
hoşuna gittiğini söyledi. Orada perdesiz gitarın bir çekiciliği olduğunu
anladım. Sonra bir konserde atölye yaptım. Oradaki profesörler geldi daha çok.
Döndüğümde elimdeki Türk Müziği gibi perdesiz gitar gibi bir cevheri kullanmam
gerektiğini düşündüm. Un hazır, şeker hazır, yağ da var. Ne duruyorsun helva yapsana
dedim. Hemen bir ekip kurdum. Provalar, stüdyo, kayıt oldu. Ama olmadı, bir
türlü istediğim müzikleri yazamadım ve bekledim. 2008’de çok yoğun çalışıp
sadece albüme odaklandım ve parçaları bitirdim. Sonra bambaşka bir ekip kuruldu
ve kayıtları yapıp albümü çıkarttık. Erkan Oğur’dan sonra yapılmış ilk perdesiz
gitar albümünü çıkarmış olduk. Bu sadece Türkiye’de değil dünyada da bir ilk. Tabii
ki perdesiz gitarla çalınmış albümler var fakat formatları bu enstrüman üzerine
kurulu değil. Bir işi ilk kez yapmak zor ama tutarsa gerisi çok hızlı geliyor. İlkinde
yaptığın hataları ya da yapamadıklarını ikinci albümü hazırlarken
görebiliyorsun. Üçüncü albüm solo olacak. Dördüncü albümüm de hazır sayılır. O
albüm sürpriz olacak.
Yayınlandığı dönemlerde hatırı sayılır bir kitleye ulaşan
dizi ve filmlerin müziklerini yaptınız. Önümüzdeki süreçte de bu tip işler
olacak mı?
Devam edecek. Fakat bu sene dizi ve film anlamında kötü bir
yıl oldu yapım şirketim açısından. Birkaç bölüm yayınlanıp yayından kalkan
diziler bestecileri çok yıpratıyor. Seri alınmış bir otomatik silah gibi
bastıkça beste atıyoruz dizi yayından kalkınca besteler de bir nevi boşa gitmiş
oluyor. Bu korkuyorum anlamına gelmesin. Var olduğum sürece müziğim ürüyecek.
Ancak çok güzel bir şarkı yazıp bir kenara şöyle bir filmde kullanırım diye
koyduğum müzikler de oluyor. Arşivimde 200’e yakın dizi-film müziği besteleri
var. Bu yıl Çağatay Tosun’un Derin Düşünce filmine müzik yaptım. Hatta ensest
ilişkiler işlendiği için film baya tartışma konusu da olmuştu. Değişik müzikler
yazmıştım o filme. Büyük keyif aldım. Yine dizi ve film müziği çalışmalarım
devam edecek.
Türkiye’nin Erkan Oğur ile tanıdığı perdesiz gitar, birincil
enstrümanınız. Erkan Oğur ve perdesiz gitarın sizdeki yeri nedir?
Erkan Ağabey’in güzel ruhunu ve yaratmış olduğu müzikaliteyi
takip ediyorum ve seviyorum. Diğer fanatikleri gibi üzerime hırkasını giyip,
saçlarıma perma yaptırmıyorum. Maalesef böyle yapanlar var ki Erkan Oğur’un da
bunu hiç sevmediğini çok iyi biliyorum. Erkan Oğur bir mucit. Perdesiz gitar da
onun yaratısı. Albümün Amerika’daki baskısında bir önsöz yazmıştım. Gitar
ailesinin en çömez üyesi perdesiz gitardır. Gitar 3500 yaşında, perdesiz gitar
20 yaşında. Belki ilerleyen dönemde ayarları, sap formu, tel yükseklikleri
değişebilir. İnsanlar bunu deniyorlar. Ben enstrümanlar üzerinde oynama
yapmıyorum, enstrümanlarla oynuyorum. Bazı müzisyenler, bazı ustalarla aynı
dönemde yaşadığı için şanslı oluyor. Tamburi Cemil Bey ile oturup bir rakı
içmek isterdik ama o dönemde yaşayamadık. Ancak Erkan Oğur’la, Neşet Ruacan’la,
Aydın Esen’le aynı masaya oturabiliyoruz. Bunlar bizim için büyük şans.
Eskişehir ve Anadolu Üniversitesi ile ilgili gözlemleriniz
neler? Eskişehir’de pek çok kez bulundunuz ama üniversite ilk oldu.
Türkiye’de neredeyse görmediğimiz yer kalmadı ama çok fazla
gezme fırsatımız olmuyor. Eskişehir’e gelip Porsuk Çayı’nın kenarına yayılıp
bir bira içmedikten sonra bir anlamı yok. Sık sık geldiğim için pek çok yerini
biliyorum. Süper bir kent. Türkiye’nin en güzel şehirlerinden bir tanesi.
Girilebilecek bir denizi olsa İstanbul’da insan kalmaz. Her şey öğrenciye göre
yapılmış, düzayak, çok fazla yokuşu yok. Hollanda gibi bisiklet kullanımı
yaygın. Büyükşehir Belediyesi çok güzel çalışıyor. Üniversite çok geniş ve
ferah. Konser verdiğimiz salon hem akustik hem de ışık açısından harikaydı.
Üniversite hayatı güzel, öğrencilik güzel. Şöyle de bir durum var: Bizler
müzisyeniz gelip çaldığımız yerlerde en iyi imkânlar sunuluyor. Bu mesleğin en
güzel taraflarından biri de ağırlanmaktır. Ben de birisi evime, stüdyoma
geldiğinde ben de güzel ağırlıyorum.
Elle Dergisi’nin “Genç ve Güçlü” başlığı altında 2010’ün 50
genç yeteneği arasında siz de yer alıyorsunuz. Listede Lionel Messi, Adele,
Lady Gaga, Mabel Matiz, Lane Del Rey, Gonca Vuslateri gibi isimler de yer
alıyor. Zaten Issız Adam filmiyle en iyi film müziği ödülünüz de var. Böyle
ödüller size nasıl hissettiriyor?
Açıkçası çok şaşırdım ve bir o kadar da mutlu oldum. Bunlar
motive edici şeyler. Ama Adele’le yan yana koymuşlar ama adalemiz yetmez bizim
ona. Bu tip insanların yarattığı bu popülariteyi 4 hayat da yaşasam her
seferinde de perdesiz bir gitarist olsam bu ülkede yaşayan bir insan olarak
yine yaratamam. Layık görmüşler, teşekkür ederim.
Bu başarınız ile yeni proje teklifleri gelmeye başladı mı?
Çıkarsa ne güzel olur. Buradan bakıp da kimmiş bu deyip,
beni araştırıp üretebileceğim bir projeyle karşıma gelirse süper olur.