Malum, askerlik üniversite mezunu herkesin iş hayatına engel. Biz de böyle düşünerek, engeli aradan bir an önce kaldırıp işimize gücümüze bakalım dedik. Hazırlığımızı yaptık, yarın yola çıkıyoruz. 4 aydır sahnelerden uzak kalmıştık, araya bi 6 ay daha giriyor. OIsun, gidişimiz de dönüşümüz de güzel olsun; her gününüz bir öncekinden daha eğlenceli, bol konserli bol müzikli olsun efenim. Görüşmek üzere, saygılar sevgiler :)
5 Kasım 2013 Salı
18 Temmuz 2013 Perşembe
Şehirden de işten de taşındık
Rüzgarlar Kenti Çanakkale'den herkese merhaba. Okul bitirdik, yollara düştük, memlekete döndük. Haliyle sahnelerden, konserlerden uzak kaldık. Eskişehir'in Sahneleri'nden şimdilik bu kadar. Belki bir gün aynı yerde ya da başka bir yerde ya da burada yine sahneden fotoğraflarla, söyleşilerle burada oluruz. Eskişehir'e göz kulak olun, Metin'in Ünlü'lerini takipte kalın. E hadi kalın sağlıcakla, şimdilik hoşça kalın :)
29 Mayıs 2013 Çarşamba
Mabel Matiz Söyleşisi
"Müziğe yeni bir yol açtık"
Müzik eleştirmenlerinin geleceğin
yetenekleri arasında gösterdiği şarkıcı, söz yazarı ve besteci Mabel Matiz, Eskişehir
konseri öncesinde müzik yolculuğundan bahsetti. Asıl mesleği diş hekimliği olan
Matiz, Ceylan Ertem, Jehan Barbur gibi isimlerle müziğe yeni ve farklı bir hava
kattıklarını söyledi. Özgün sesi ve farklı yorumuyla büyük ilgi gören genç
sanatçı, şarkılarındaki hikâyeleri her şeye açık olmaya bağlıyor. Popüler
müzikten ayrı, merkezi İstanbul olan yeni bir yol açtıklarını belirten Mabel
Matiz, müzikte bir şeyleri değiştirebileceklerine inandığını söyledi.
Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi’nde kariyerinizin ilk üniversite söyleşisini gerçekleştirdiniz.
Nasıl geçti söyleşiniz, öğrenciler neler sordu size?
İlk söyleşimi yapmış olmanın
mutluluğunu bugün Eskişehir’de yaşadım. Çok güzeldi. Genelde benim müzisyenlik
sürecimle ilgili sorular vardı. Diş hekimliğini bırakıp müziğe yönelmem
üzerinden, farklı bir kulvara yönelmek isteyenlere önerilerimi sordular.
Şarkıların hikâyelerini, her zamanki gibi isim hikâyemi sordular. Çok
eğlenceliydi ve gösterilen ilgi beni çok mutlu etti.
Müziğe cover yani düzenleme grubu
denemeleriyle başladınız. Solo devam etme süreci nasıl gelişti?
2005-2006 yıllarında üniversitede
cover grubumuz vardı. Grupla çalışmalara devam ederken, kendi şarkılarımı
yazmaya başladım. Bunlar deneme şarkılarımdı. Sonra ilk şarkım Arafta’yı
yazdım. İlk albümün çıkış ve klip şarkısı da bu oldu. 2007’den ilk albüme kadar
şarkıların demo kayıtlarını aldım. İnternet sitemde bu demoları paylaştım.
Şarkılar internet mecrasından insanlara ulaşmaya başladı. Bu esnada Engin
Akıncı ile tanıştık ve albüm sürecimiz başladı.
İnternet demişken; özellikle 2000li
yılların başlarında internet üzerinden pek çok müzisyen sesini daha çok
duyurmaya başladı. Seksendört, Yüksek Sadakat gibi gruplar bu işte başı çekti. Bir
de bir anda çıkıp bir anda ortadan kaybolanlar oldu. Siz interneti nasıl
kullanıyorsunuz?
İnterneti etkin kullandığımızı
düşünüyorum. Konser duyuruları, albümle alakalı duyurular, bazen şiirler için
özellikle sosyal ağları kullanıyorum. İnternet, müziğimin insanlara ulaşmasında
dün olduğu gibi bugün de birincil aracım. Çünkü radyolarda ve televizyonlarda
yeni yeni görünmeye başladım.
Yoğun konser programlarınız oluyor.
Albümler de bir sene arayla piyasaya çıktı. Bu süreç sizi yordu mu?
İlk albüm 2011 Mayıs’ta çıktı.
Yaklaşık bir yıl sonra da yeni albümün kayıtlarına başladık. Ağustos-Kasım
arası albüme odaklandığımız için çok yoğun bir konser takvimimiz olmadı. Konser
ve albüm konusunda dengeli çalışıyoruz. Bu yüzden yorucu olmadı.
Özgün bir ses ve özgün bir yorumla
dinleyenlerinizi selamladınız. Müzik eleştirmenleri sizi gelecek vaat eden
müzisyenler arasında görüyor. Bu tür olumlu yaklaşımları göz önüne alırsak,
merkezinde Mabel Matiz olan bir ekol oluşur mu?
Ekol oluşturma konusunun
değerlendirmesini ben yapamam. Yalnız olarak değil de birlikte yola çıktığımız
dostlarımızla birlikte yeni bir yol açtık diyebilirim. Ceylan Ertem, Jehan
Barbur, Replikas gibi isimlerle apayrı bir hava oluşturduğumuza inanıyorum. Aynı
dönemde albümler, aynı dönemde konserler yapıyoruz. Bir nevi aile olduk. Aynı
yerlerde konserler oluyor, birbirimizi dinlemeye gidiyoruz. Bir aileyiz ve
giderek çoğalıyoruz. Bu da beni hep beraber bir şeyleri değiştirebileceğimize
inandırıyor.
Teoman, Göksel ve Ceylan Ertem’e
şarkı vermişsiniz. Son albümünüz Yaşım Çocuk’ta da Aşk Yok Olmaktır adlı bir
Yıldız Tilbe şarkısı var. Sezen Aksu’yla birlikte bir şarkı yazma isteğiniz
var. Bu üretkenliğin temelinde ne var?
Çok iyi bir okuyucuyum. Zaten
ismimi de Kumral Ada Mavi Tuna romanında yer alan Tuna karakterinin takma adından
alıyorum. Fakat eskisi kadar yoğun bir okuma düzenim olmuyor. Bunu biraz şiirle
telafi etmeye çalışıyorum. Albümlere ve konserlere yoğunlaşmak beni biraz
okumaktan uzaklaştırıyor. Aslında uzaklaşmak değil de bir konsantrasyon
eksikliği oluyor. Türkiye’nin pek çok yerinde konserler veriyoruz ve
yolculuklar oldukça yorucu oluyor. Her şeye açık, hiçbir kısıtlamaya yer
olmayan bir hayatım var. Önyargı sahibi olmamaya gayret ediyorum. Bu da dünya
görüşü açısından algıları açan, dolayısıyla yazarken hikayeleri açan bir
anahtar görevi görüyor. Bu kadar farklı hikâyelerini, birbirinden farklı
şarkıların albümlerde bir araya gelmesi bununla alakalı. Her şeyle ilgiliyim ve
üretkenliğimi de bu şekilde besliyorum.
Sisteme eleştiriler içeren Krallar
ve Alaimisema adlı şarkılarınız var. Sistemi şarkısıyla eleştirenler var.
Şarkısıyla değil başka tür eylemlerle sistemi eleştiren müzisyenler var. Siz
hangi yönde düşünüyorsunuz?
Kim hangi şekilde duygularını,
fikirlerini ifade ediyorsa o şekilde eleştirisini yapsın diyenlerdenim. Ben
şarkı yazarak ve söyleyerek eleştirme taraftarıyım. Yöntem önemli değil, yapmak
istediğiniz şeyi yapabilmek önemli diye düşünüyorum.
Kliplerinizin çoğu format olarak
birbirine benziyor. Fakat Kül Hece ve yeni albümün çıkış şarkısı Zor Değil’in
klipleri diğerlerinden ayrılıyor. Kliplerin formatı sizin seçiminiz mi yoksa
yönetmenle mi alakalı?
Kül Hece kliplerim arasında kendime
en uzak bulduğum kliptir. Bazen sizin düşündüğünüzle başkasının istediği bir
olmayabiliyor. Fakat öyle ya da böyle bunlar güzel tecrübeler. Zor Değil ise en
beğendiğim işlerden biri oldu. Üst üste konan fotoğraflarla siyah beyaz bir iş
ortaya çıktı. Genelde klip tercihlerini yönetmenlere bıraksam da ortak bir
fikir üzerinden yola çıkıp klip işlerini bu şekilde hazırlıyoruz.
Başarılı bir orkestranız var. Hem
albümlerde hem de konserlerde onlarla çalışıyorsunuz. Özellikle perdesiz
gitarıyla Cihan Mürtezaoğlu şarkılarınıza bambaşka bir hava katıyor. Yeni
işlerinizde perdesiz gitarı daha çok duyabilecek miyiz?
Albümlerden ziyade sahne
performanslarında perdesiz gitar pek çok şarkıda kullanılıyor. Doğası gereği
doğaçlamaya oldukça açık bir enstrüman. Perdesiz gitarın yakışacağı her şarkıda
kullanıyoruz.
Konser ve albüm dışında farklı
projeleriniz olacak mı?
Konser ve albüm dışı bir proje
henüz yok. Ama bir sinema filmine müzik yapma hayalim var. Perdede film sonunda
yazılar akarken bir şarkım çalsın istiyorum. Dizi müziği de aynı şekilde,
özellikle Cihan’la yapmayı çok isterim. Önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan
Aysel Gürel Tribute albümünde bir şarkı seslendirdim. Konserler devam ediyor.
Adapazarı, Bilecek, Samsun, Erzurum, Ankara, Antalya gibi şehirlere gideceğiz. Güzel
bir turne olacak. Gitmediğimiz yerleri de görmüş, konser vermiş olacağız.
Eskişehir’i müzikal anlamda ve
dinleyici kitleniz açısından nasıl buluyorsunuz?
Eskişehir sık sık gelmeye
çalıştığımız müziğe sıkı sıkı sarılan bir şehir. Herkesin bildiği gibi burası
harika bir öğrenci kenti. Eskişehirli dinleyenlerimi çok seviyorum. Her
gelişimde onları beni dinlemeye geldiklerini görünce çok seviniyorum. Bugün
üniversitede yaptığımız söyleşide de çok güzel vakit geçirdik.
27 Mayıs 2013 Pazartesi
Cenk Erdoğan Söyleşisi
Mutluluk o "Bir Kişi"ye çaldığını bilmek
Anadolu Üniversitesi 11’nci Amatör Jazz Müzisyenleri
Festivali’nin açılış konserini, genç ve deneyimli gitarist Cenk Erdoğan’ın Trio
grubu verdi. “İle” ve “Kavis” adlı iki enstrümantal albüme sahip olan Cenk
Erdoğan, ilk kez sahne aldığı Eskişehir’de Anadolu Üniversiteli öğrencilerle
buluştu. Perdesiz akustik ve perdeli/perdesiz elektrik gitarıyla Ceylan Ertem,
Jehan Barbur gibi solistlere hem aranje yapan hem de albümlerde ve sahne
performanslarında çalan Erdoğan, hem Jazz hem de kendi müziği hakkında bilgiler
verdi. Elle Dergisi tarafından 2013’ün 50 Genç Yeteneği arasına da seçilen
Erdoğan, Anadolu Üniversitesi’nde sahne alarak bir hayalini daha
gerçekleştirdiğini söyledi.
Müzik formatınıza baktığımızda sadece jazz değil pek çok öğe
barındırıyorsunuz. Özgün bir müzik türü diyebilir miyiz?
Genel çerçevede değerlendirecek olursak, jazz müzisyeni
denilebilir. Bunun sebebi de Trio formatta çalıyorum, bu formata uygun şarkılar
yazıyorum, parçaların içinde doğaçlama öğeler kullanıyorum. Ancak bana “Modern
Gitarist” daha şık bir isim gibi geliyor. Kendimi bir kalıba sokmaktan
hoşlanmıyorum. Pek çok tarzda çalıyorum. Bunları da klasik, çelik telli,
elektrik, perdesiz gitarlarla çalıyorum. Bütün bunları bir araya
getirdiğimizde, modern gitarist fikri daha uygun olur diye düşünüyorum.
Türkiye’de jazz müzik, çok fazla dinlenen bir tarz değil.
Ancak yeni nesil jazz müzik giderek popüler olmaya başladı. Bunun sebebi nedir?
Jazz sadece Türkiye’de değil dünyada da az dinlenen bir tür.
İnsanlar artık pop dinlemekten, felsefesi olmayan şarkılar dinlemekten sıkıldı
diye düşünüyorum. Pop müziği için şöyle bir izlenim var: Pop çalalım, parayı
vuralım, etrafımızda güzel kadınlar olsun, magazin programlarına malzeme
olalım, dünyalığı biriktirip köşemize çekilelim. Jazz müzisyenleri böyle bir
yaklaşımda değil. O paranın peşinde olmadıkları için bu müzik özgürce, kendi
içinde ilerliyor. Eğer böyle bir düşünceye sahip olunsaydı, jazzın da poptan
hiçbir farkı olmazdı.
Jazz müziği ilk çıktığında klasik armoniden ayrılarak, özgün
bir çizgide ilerlerken; yeni nesil jazz müzikte pek çok tarzdan etkiler
görülüyor. Bu doğru bir yaklaşım mı?
Doğru bir yaklaşımdır. Klasik müzik sabit kuralları olan,
icra edilmesi zor bir müziktir. Jazz müziğin çıkışı Afrika’dan Amerika’ya ya da
Avrupa’ya getirilen ve kölelik sistemi içerisine sokulan insanlarla başlar. Köleliğe
karşı konuşmak, seslerini duyurmak istediler ama yasaktı. Yasak olmayan iki şey
vardı: Biri dinleri, diğeriyse köklerinden gelen müzikleri. Kendi dillerinde
müzik yaparak birbirleriyle iletişimi sağladılar. Sahipler bu dilleri bilmediği
için, şarkıda onlara bir eleştiride bulunulsa bile bunu anlayamadılar. Savaşlar
bitince ve kölelik sistemi ortadan kalkınca onları evlerinde çalıştırmaya,
eğitimlerine katkıda bulunmaya başladılar. Eğitim için Avrupa’ya gittiler,
tekrar Amerika’ya dönüp öğrendikleri ritmik armonik bilgileri müziklerine
uyarladılar. Sonuç olarak rahat, dinamik ama armonik yanı çok da kuvvetli
olmayan bir sentez müzik çıktı. İktisadi değişimlerin ardından bu müzik yayıldı
ve bir süre sonra halk müziği ve klasik müziğin birleştiği güzel bir yer oldu. Hem
dans öğeleri var hem de doğaçlaması var. Tarzların birbirinden etkilenmemesi
zaten güçtür. Çünkü müzik başlı başlına insan odaklı bir iş olduğu için
gelişimi değişimi de farklı türlerden gelen katkılarla olur.
Pek çok albümde, pek çok sahnede hem müzisyen hem de düzenlemeci
olarak çalışıyorsunuz. Haliyle pek çok müzik türünü gözlemleme fırsatınız var. Sizin
gözünüzde jazz nasıl bir yerde?
Gözlemlemek ayrı bir iş. Ben hiçbirinde bir ayrıma gitmedim.
Yani kendi grubumda çaldığım müzikle bir başkasına çaldığım müzik ayrılmıyor. Her
yerde kendim gibi çalıyorum. Belki de bu yüzden pek çok kişiden iş teklifi
alıyorum. Hiçbir müziği ayırmadan dinliyorum. Arabesk de dinliyorum, jazz da
dinliyorum, halk müziğe de dinliyorum, Flâmenko büyük aşklarımdan bir tanesidir.
Hepsinin üzerine az çok mesai de yaptım. Mesela hiç izlemediysem 20 tane İsmail
Tunçbilek videosu izleyip, gitarla çalmayı denemişimdir. Bir de farklı
müzikleri dinledikçe, bunları kimlerin şarkılarda kullandığını da kolayca
anlayabiliyorum. Mesela Kibariye dinlerken İsmail Tunçbilek’in aranjmanlarını
bulabiliyorum. Yine Kibariye dinlerken, Nurhat Şensesli’nin çaldığı bas gitar
melodisini Laço Tayfa’da duyabiliyorum. Bütün bunları görebildiğim gibi,
çaldığım işlerde de ben de bu dokuyu yaratmaya çalışıyorum. Dinlediğim müzik
stilim olmasa bile, belki hayatımda hiç kullanmayacak olsam bile oturup
bakıyorum. Acaba bu adam bunu nasıl çalmış diye ben de deniyorum. Bize okulda
transkripsiyon ödevleri verilirdi. Yani sevdiğimiz bir müzisyenin solosunu
notaya döküp aynısını çalıyoruz. Ben bunu yapardım ama nefret ederdim böyle
çalmaktan. Üşenmezdim, tersinden yazardım. Tersinden derken başlangıç
notasından ileriye değil geriye giderek yazmaktan bahsediyorum. Bunu bir ayna
gibi düşünebilirsiniz. Bazen anlamsız bir iş çıkardı ama bazen de çok güzel bir
melodi yakalardım. Bende hep şu özellik var: Bir şeyi alıp, öğrenip istediğim
zaman kullanmak. Bu yüzden de ne kadar farklı olursa olsun tüm projelerde yer
alabiliyorum. Jazz da bunlardan bir tanesi. Ama jazzın ayrı bir durumu var.
Bütün bunlardan soyutlanıp kendi müziğimi yapmak istediğim yer jazz müziktir.
Trio’da çalarkenki durumu şöyle özetleyebilirim. Bir topun peşinden koşarken
omuz atılabilir, çelme takılabilir, vurulabilir. Ancak top hep yürür hiç
durmaz. Birinde mutlaka kalır. Yani basgitar çalarken ben bir anda onun
çaldığını perdesizle çalarım. Sonra bateri alır topu basa verir. Tıpkı futbol
gibi. Ama kale yok, yani bu işin bir süre sınırlaması yok. Bu yüzden özgür ve
gelişime, doğaçlamaya oldukça açık.
Yurt dışında pek çok festivalde tanınmış jazz
müzisyenleriyle sahne aldınız. Avrupa Türkiye’nin müziğine nasıl bakıyor?
Her dinleyişlerinde çok etkileniyorlar. Özellikle klasik
müzikten, makamsal eserlerden çok etkileniyorlar. Bizler de onların
disiplininden ve iyi icralarından etkileniyoruz. Ama perdesiz gitarını, sipsini
ya da zurnanı alıp sahneye çıktığında oradaki insanların bakışı bir anda
değişiyor. Öğrenmeye çalışıyorlar, çok fazla soru soruyorlar. Dünyanın pek çok
yerinden 35 müzisyenin katıldığı bir festivalde çalmıştım. Yerel müzisyenlerin
olduğu bir festivaldi. Ondan daha güzel bir festival yaşamadım diyebilirim. Herkes
birbirine çaldığı enstrümanı soruyor, nasıl çalındığını anlatıyor. Mesela ben
buradan kalkıp Amerika’ya gittiğimde perdesiz gitarı çalmaya başladığım anda
ilgilenmemeleri mümkün değil. Çünkü hiç görmedikleri bir şey. Bu yüzden bu
topraklarda doğmuş olmak büyük bir avantaj. Ama Türkiye’de doğup büyüyen bir
müzisyenin en az bir yerel çalgıyı iyice öğrenip 20 yaşından sonra yurt dışına
gitmesi gerekir. Çünkü Türkiye’de müziğinizi canlı tutmak için büyük çaba sarf
etmek gerekiyor. Ben de bunlardan biriyim.
Üniversitelerde gitar atölyeleriniz oluyor. Atölyelerinize
katılanlar çok memnun olduklarını dile getiriyor. Bu atölyelerde jazz ve diğer
türler bir arada mı?
Benim hali hazırda kült olmuş bir tarzım yok. Belki bir 30
yıl sonra inşallah olur. Atölyelerde her şeyle ilgili konuşuyoruz. Afişlerde
sadece jazz ya da başka bir türün tanımı olmuyor. Etkinlik sürecinden neler
olacağını önceden bildiriyorum. Gitar kayıtları, akorlar, solo, sağ-sol el
teknikleri, bestecilik gibi tanımlar oluyor. Bütün bunları yazıyorum ki gelen
kişi neler alabileceğini görsün, her şeyi sorabilsin. Çok eğlenceli bir sohbet
ortamı oluyor. Çalmak isteyenler çalıyor, bazen birlikte çalıyoruz. Anadolu
Üniversitesi’nde böyle bir çalışmamız olmadı. Gelmeyi çok isteriz.
Amatör Jazz Müzisyenleri Festivali başlığı altında
Türkiye’de çok yaygın bir festival dizisi yok. Ancak son yıllarda özellikle
gençler yeni bir arayışa girdi. Bu festivallerin akıbeti biraz da olsa değişir
mi?
Amatör kelimesi gerçekten çok güzel bir kelime. Biz
tecrübeli adamlarız. Sahneye çıkarken bir heyecansızlık oluyor. Ama sahne
ışıkları kapandığında bir heyecan oluyor. Bu heyecan ilk notaya bastığında
gidiyor. Ancak amatör bir müzisyenin bağırsakları konserden bir gün önce bozulmaya
başlıyor, midesi bulanıyor. Elimi nasıl tutsam, ayağımı nasıl koysam derken
notaları kaçıran, nota sehpasını deviren, gitarın kablosunu amfiden çıkaran çok
adam gördün. Biz artık o yollardan geçtik, tecrübe kazandık ama son 10 dakika
yakaladığımız heyecanı da konser sonuna kadar sürdürmek de profesyonelliktir. Dolayısıyla
amatör jazz müzisyenlerini her konuda destekliyorum. Bu festivalde çalmayı da
en az İstanbul Jazz Festivali ya da Akbank Jazz Festivali’nde çalmak kadar
önemsiyorum. Hatta daha da fazla önemsiyorum. Çünkü diğer türlü hep bu müziği
dinlemek için gelenlere çalıyoruz. Fakat Sinema Anadolu’da çaldığımız konserde
herkesi olmasa bile bir kişiyi kazanabiliriz. Ben hep şuna inandım: Mesela bir
televizyon programına çıkıyorsun, bazen istemediğin programlar da olabiliyor.
Ama bir kişi var, o bir kişiye çalıyorum. Öyle düşününce mutlu oluyorum. Bir de
enstrümantal bir müzik yapıyoruz. Bunu aşılayabilmek, sözlü müziğe göre çok
zor. Bundan hiç pişmanlık duymuyorum.
Cenk Erdoğan Trio ile Eskişehir’de ilk kez sahne aldınız.
İle ve Kavis adlı iki albümünüz var. Bu albüm süreçleri nasıl gelişti?
2005’te Amerika’ya davet edildim. New York’a ayak basan her
müzisyenin yaptığı gibi kulüplerde, müzik marketlerde dolaştım. Girdiğim
dükkânlarda perdesiz gitarımı çıkarıyorum, pedal deniyorum. Tabii dükkânda
olanlar küçük bir şok yaşıyor. Hatta birisi sordu bu enstrüman nedir diye.
Perdesiz gitar olduğunu söyledim. Açtı gitarı, baktı, çalmayı denedi. Çok
hoşuna gittiğini söyledi. Orada perdesiz gitarın bir çekiciliği olduğunu
anladım. Sonra bir konserde atölye yaptım. Oradaki profesörler geldi daha çok.
Döndüğümde elimdeki Türk Müziği gibi perdesiz gitar gibi bir cevheri kullanmam
gerektiğini düşündüm. Un hazır, şeker hazır, yağ da var. Ne duruyorsun helva yapsana
dedim. Hemen bir ekip kurdum. Provalar, stüdyo, kayıt oldu. Ama olmadı, bir
türlü istediğim müzikleri yazamadım ve bekledim. 2008’de çok yoğun çalışıp
sadece albüme odaklandım ve parçaları bitirdim. Sonra bambaşka bir ekip kuruldu
ve kayıtları yapıp albümü çıkarttık. Erkan Oğur’dan sonra yapılmış ilk perdesiz
gitar albümünü çıkarmış olduk. Bu sadece Türkiye’de değil dünyada da bir ilk. Tabii
ki perdesiz gitarla çalınmış albümler var fakat formatları bu enstrüman üzerine
kurulu değil. Bir işi ilk kez yapmak zor ama tutarsa gerisi çok hızlı geliyor. İlkinde
yaptığın hataları ya da yapamadıklarını ikinci albümü hazırlarken
görebiliyorsun. Üçüncü albüm solo olacak. Dördüncü albümüm de hazır sayılır. O
albüm sürpriz olacak.
Yayınlandığı dönemlerde hatırı sayılır bir kitleye ulaşan
dizi ve filmlerin müziklerini yaptınız. Önümüzdeki süreçte de bu tip işler
olacak mı?
Devam edecek. Fakat bu sene dizi ve film anlamında kötü bir
yıl oldu yapım şirketim açısından. Birkaç bölüm yayınlanıp yayından kalkan
diziler bestecileri çok yıpratıyor. Seri alınmış bir otomatik silah gibi
bastıkça beste atıyoruz dizi yayından kalkınca besteler de bir nevi boşa gitmiş
oluyor. Bu korkuyorum anlamına gelmesin. Var olduğum sürece müziğim ürüyecek.
Ancak çok güzel bir şarkı yazıp bir kenara şöyle bir filmde kullanırım diye
koyduğum müzikler de oluyor. Arşivimde 200’e yakın dizi-film müziği besteleri
var. Bu yıl Çağatay Tosun’un Derin Düşünce filmine müzik yaptım. Hatta ensest
ilişkiler işlendiği için film baya tartışma konusu da olmuştu. Değişik müzikler
yazmıştım o filme. Büyük keyif aldım. Yine dizi ve film müziği çalışmalarım
devam edecek.
Türkiye’nin Erkan Oğur ile tanıdığı perdesiz gitar, birincil
enstrümanınız. Erkan Oğur ve perdesiz gitarın sizdeki yeri nedir?
Erkan Ağabey’in güzel ruhunu ve yaratmış olduğu müzikaliteyi
takip ediyorum ve seviyorum. Diğer fanatikleri gibi üzerime hırkasını giyip,
saçlarıma perma yaptırmıyorum. Maalesef böyle yapanlar var ki Erkan Oğur’un da
bunu hiç sevmediğini çok iyi biliyorum. Erkan Oğur bir mucit. Perdesiz gitar da
onun yaratısı. Albümün Amerika’daki baskısında bir önsöz yazmıştım. Gitar
ailesinin en çömez üyesi perdesiz gitardır. Gitar 3500 yaşında, perdesiz gitar
20 yaşında. Belki ilerleyen dönemde ayarları, sap formu, tel yükseklikleri
değişebilir. İnsanlar bunu deniyorlar. Ben enstrümanlar üzerinde oynama
yapmıyorum, enstrümanlarla oynuyorum. Bazı müzisyenler, bazı ustalarla aynı
dönemde yaşadığı için şanslı oluyor. Tamburi Cemil Bey ile oturup bir rakı
içmek isterdik ama o dönemde yaşayamadık. Ancak Erkan Oğur’la, Neşet Ruacan’la,
Aydın Esen’le aynı masaya oturabiliyoruz. Bunlar bizim için büyük şans.
Eskişehir ve Anadolu Üniversitesi ile ilgili gözlemleriniz
neler? Eskişehir’de pek çok kez bulundunuz ama üniversite ilk oldu.
Türkiye’de neredeyse görmediğimiz yer kalmadı ama çok fazla
gezme fırsatımız olmuyor. Eskişehir’e gelip Porsuk Çayı’nın kenarına yayılıp
bir bira içmedikten sonra bir anlamı yok. Sık sık geldiğim için pek çok yerini
biliyorum. Süper bir kent. Türkiye’nin en güzel şehirlerinden bir tanesi.
Girilebilecek bir denizi olsa İstanbul’da insan kalmaz. Her şey öğrenciye göre
yapılmış, düzayak, çok fazla yokuşu yok. Hollanda gibi bisiklet kullanımı
yaygın. Büyükşehir Belediyesi çok güzel çalışıyor. Üniversite çok geniş ve
ferah. Konser verdiğimiz salon hem akustik hem de ışık açısından harikaydı.
Üniversite hayatı güzel, öğrencilik güzel. Şöyle de bir durum var: Bizler
müzisyeniz gelip çaldığımız yerlerde en iyi imkânlar sunuluyor. Bu mesleğin en
güzel taraflarından biri de ağırlanmaktır. Ben de birisi evime, stüdyoma
geldiğinde ben de güzel ağırlıyorum.
Elle Dergisi’nin “Genç ve Güçlü” başlığı altında 2010’ün 50
genç yeteneği arasında siz de yer alıyorsunuz. Listede Lionel Messi, Adele,
Lady Gaga, Mabel Matiz, Lane Del Rey, Gonca Vuslateri gibi isimler de yer
alıyor. Zaten Issız Adam filmiyle en iyi film müziği ödülünüz de var. Böyle
ödüller size nasıl hissettiriyor?
Açıkçası çok şaşırdım ve bir o kadar da mutlu oldum. Bunlar
motive edici şeyler. Ama Adele’le yan yana koymuşlar ama adalemiz yetmez bizim
ona. Bu tip insanların yarattığı bu popülariteyi 4 hayat da yaşasam her
seferinde de perdesiz bir gitarist olsam bu ülkede yaşayan bir insan olarak
yine yaratamam. Layık görmüşler, teşekkür ederim.
Bu başarınız ile yeni proje teklifleri gelmeye başladı mı?
Çıkarsa ne güzel olur. Buradan bakıp da kimmiş bu deyip,
beni araştırıp üretebileceğim bir projeyle karşıma gelirse süper olur.
26 Mayıs 2013 Pazar
Demet Tuncer Söyleşisi
“Giderken dertleri portmantoda unutturabilmek gerek”
"Kaytan Dudak" adlı müzikal stand up gösterisiyle
Leman Kültür şubelerinde sahne almaya başlayan sanatçı Demet Tuncer, turnenin
başlangıç noktası olan Eskişehir'de izleyenleriyle buluştu. Gösteri öncesi hem
oyunundan hem de kariyerinden bahseden başarılı sanatçı, kültür sanat
konusundaki düşüncelerini paylaştı. Mevcut bir projesine Kaytan Dudak adını
takarak turneye başladığını belirten Tuncer, oyunda herkesin kendine belli
çıkarımlar sağlayabileceğini söyledi.
Öncelikle Kaytan Dudak’tan bahsedebilir misiniz? Nedir bu
Kaytan Dudak?
Kaytan Dudak, izleyenlerin kendine istediği şekilde pay
alabileceği bir gösteri. Hayatımız boyunca karşımıza çıkan veya çıkabilecek
olan kişileri tiplemeler, hikâyelerin şarkıları, şarkıların hikâyeleri gibi hep
bildiğimiz şeyler var. Yarattığımız ya da var olan bir hikâyeye eklediğimiz bir
parça tam da izleyicinin pay aldığı nokta olacak.
Gösterinin ismine bakıldığında feminen bir oyun çıkarımı
yapılabilir mi?
Kaytan Dudak aslında var olan bir gösteriydi. Çalıştığımız
kurum bir isim isteyince biz de Kaytan Dudak dedik. Aslında bu seyirciler
tarafından ortaya çıkmış bir proje. Tamamen sahnede gelişti. İnteraktif bir
proje ve izleyicilerle sürekli bir iletişim halinde geçiyor. İşin içine müzik
de girince mini bir müzikal stand-upa dönüştü. Karakterleri göz önüne
aldığımızda hem seksi bir kadın, hem bıçkın bir delikanlı olduğu için her iki
cinsten de tanımlamalarla gösterinin ismi oluştu. Yani gösteri kadınların sesi
olarak algılanmamalı. Her iki tarafın da temsil edildiği bir oyun bu. Dediğim
gibi seyircilerden de dönüt geldiği için sıcak bir hava oluşuyor. İşin güzel
tarafı da budur. Seyirci “Bizim evin salonuna geldi, oturduk güldük eğlendik”
diyebiliyorsa, ne mutlu bana.
Eskişehir’e ilk kez geldiniz. Nasıl bir ortam buldunuz?
Eskişehir’e maalesef ilk gelişim. Yolculuktu, hazırlıktı
derken gezme fırsatım da olmadı. Eskişehir’i çok met ederler. Seyircisi çok
iyidir, kültür sanat faaliyetleri boldur derler. Bu yüzden gösteriye
Eskişehir’den başlayalım dedik. Bu sene Leman Kültür’ün tüm şubelerinde Kaytan
Dudak’ı sergileyeceğiz.
ABD’de başlayan müzikal kariyeriniz, Türkiye’de devam
ediyor. ABD maceranız nasıl başladı? Dönüş fikri, projeler nasıl ortaya çıktı?
ABD maceram daha 7 yaşındayken başladı. Ben hep Amerika’ya
gideceğim diyip diyip gezerdim ortalıkta. Sonra lise ikinci sınıftayken Türkiye
ile Amerika arasındaki bir anlaşmayla yapılan sınavda Türkiye birincisi olarak
ABD’de burslu eğitim alma hakkı kazandım. Birleşik Dünya Koleji’nde liseyi
tamamladıktan sonra üniversiteye devam ettim. Profesyonel müzikal ve tiyatro
hayatıma orada başladım. Bir yandan da siyasal bilgiler fakültesinde okudum. Bu
ailemi mutlu etmek için yapılan bir işti. Onlara siyasal bilgiler diplomamı
verip, tiyatro ve müzikal işlerime devam ettim. Türkiye’ye döndüm ve Çocuklar
Duymasın’la işlere kaldığım yerden devam ettim.
Çocuklar Duymasın demişken; Türkiye müzikal oyunlara,
filmlere veya gösterilere çok fazla aşina değil. Siz de gelir gelmez popüler
olan yerli dizi sektörüne bir sitkomla girdiniz. Niçin popüler olanla ilerlemek
istediniz?
Bunun için planlı bir düşüncem olmamıştı. Güzel bir teklif
geldi ve değerlendirdim. İnsanlar diziden sonra bir köşeye çekildiğimiz düşündü
ama işin aslı öyle değil. Tiyatro ve müzikal işlerime ara vermeden devam ettim,
hala da ediyorum. Hatta pek çok ödül de aldım. Aslında olaya popüler yönden
değil, samimiyet yönünden bakıyorum. Bizi anlatan, bize kendimizi anlamamızı
sağlayan her türlü projede yer almayı isterim. Gösteriye gelenler portmantoya
streslerini, sıkıntılarını bırakıp; seyrettikten sonra o bıraktıklarını
portmantoda unutup gidebiliyorlarsa bu benim için çok büyük mutluluktur. Benim
derdim ne kadar fazla insanla bir arada olursam, o kadar fazla elçilik yaparım.
Yani senin düşünceni ona, onun düşüncesini bir başkasına taşıyabilirim. Bu da
birbirimizi anlamanın en güzel yollarındandır diye düşünüyorum.
Arapsaçı ve Kadın Terzisi filmlerinde rol aldınız. Müzikal
bir filmde de sizi görebilecek miyiz?
Türkiye’de müzikal film projeleri görmek biraz zor. Bir ara
Muck diye bir dizi vardı, maalesef bitti. Yedi Kocalı Hürmüz vardı. Biraz kısır
bir alan. Güzel bir teklif gelirse seve seve yer almak isterim. Tiyatro
sahnesinde müzikal oyunlar açısından zenginiz ama beyazperde tarafı biraz
zayıf. Bu durumun sebebi de yine aynı noktaya çıkıyor: Popüler Kültür. Bir şey
çok tutuyorsa, sürekli o yapılıyor. Bir dönem ağa dizileri meşhurdu, bir dönem
dönem dizileri meşhurdu. Belki bir gün de müzikal projeler meşhur olur, güzel
bir proje olur ve ben de yer alırım.
Şarkıcılık anlamında da çeşitli çalışmalarınız var. Mikael
ile bir düetiniz, Gogol Bordello’dan bir aranje çalışmanız var. Salt bir müzik
kariyeri düşündünüz mü?
Öyle bir düşüncem olmadı. Tek yönlü çalışmayı sevmiyorum.
Oyunlar, müzik, tiyatro ve diğer işlerimin hepsini bir arada götürüyorum.
Böylesi daha üretken ve özgün oluyor.
Evli ve bir çocuk annesi olmanıza rağmen yoğun tempolu bir
iş süreciniz oluyor. Zorluk çekiyor musunuz?
11 Nisan 2013 Perşembe
Herkesin bir Leyla’sı varsa bizim de Leyla The Band’imiz var
Leyla ile Mecnun. Efsane aşk hikâyesi. Leyla’sına
kavuşamayan Mecnun’un çöllere düşüp beşeri aşktan ilahi aşka uzanan yolculuğu
klişesiyle dinledik yıllardır. Hatta Orhan Gencebay ve Gülşen Bubikoğlu’nun oynadığı
filmi bile var. Dizisi, sineması klişe kokan seyir keyfimize yepyeni bir tat
kattı Leyla ile Mecnun dizisi. Aşk var, absürt. Komedi var, absürt. Drama var
absürt mü bak işte o tartışılır. Dünya’da kaç kişi absürt bir yapımın bölüm
finalinde hüngür hüngür ağlamıştır, var mıdır örneği? Mecnun’lu, İsmail Abi’li,
İskender’li, Erdal Bakkal’lı, Hırsız Yaviz’li, Aksakallı Azsakallı Dede’li bol
mizahı olan; IMDB’de en çok izlenen 50 dizi arasına giren tek dizimiz Leyla ile
Mecnun. Erdal Bakkal rolündeki Cengiz Bozkurt’un dediği gibi “Eve girerken ayakkabısını
çıkaranların dizisidir” Leyla ile Mecnun. Bizi bize anlatan, “ne anasının gözü”
olduğumuzu gösteren, bize Leyla ile Mecnun efsanesi klişesini unutturan dizidir
Leyla ile Mecnun. Hep dediğimiz gibi; bu kadar güzel adam bir araya geliyor ve
bu kadar güzel bir iş yapıyor. Yetmiyor, bir de gidip müzik grubu
oluşturuyorlar. İsmail Abi’nin dediği gibi “Yarış, yarış, hep yarış” J
Dizinin ilk bölümlerinden beri arabeskle başlayan bu müzik furyası, Ali Atay’ın
besteleriyle kâh ağlatan kâh güldüren bir seremoniye dönüştü. Arabesk’i
bilmeyenlere bu müziği sevdiren, kimine de yeniden sevdiren bu güzel adamlar, Leyla
The Band’le artık huzurlarımızda. Gitar ve vokalde Ali Atay, basgitar ve geri
vokalde Serkan Keskin, klavyede Osman Sonant, bateride dizinin yönetmeni ve
büyük usta Onur Ünlü ve gitarda Fırat İkisivri ile karşımıza çıktılar. Bizler
grubun sadece dizi için çalışmalar yapacağını düşünürken, büyük müjde Onur Ünlü
ve Serkan Keskin’den geldi. Grup sahne programları da yapacak. Evet, ilk kez
sahne alacakları yer de Eskişehir. Bu yüzden çok şanslıyız ki onları sahnede
ilk biz görüp dinleyeceğiz. Ben ve benim gibi düşünenler biliyor ki bu tarihi
bir olay. Mayıs ortasında Eskişehir’de bir konser verecekler. Yer ve tarihin
bir an önce belirlenmesi dileğiyle Leyla The Band’ı sabırsızlıkla bekliyoruz.
31 Mart 2013 Pazar
Baba Zula Söyleşisi
Doğum Yeri: Tabutta Röveşata
Türkiye'de belirli bir tarz içine konulamayan, Saykodelik yönü ağır basan Baba Zula diye bir grup var. Derviş Zaim'in efsane filmi Tabutta Röveşata filmini izleyenler bu grubu çok iyi bilir. 1996'da Levent Akman, Murat Ertel ve Emre Önel'in kurduğu bu acayip grupla, Eskişehir konseri öncesi oturup hem müzik hem de hayata dair konular üzerine söyleştik. Eskişehir'i her yönüyle seven Baba Zula, sanattan siyasete kısacası insana dair her şeyi bir de bizlerle paylaştı. Keyifle okuyun dostlar...
Tabutta Röveşata filmi grubun başlangıcı ve hayranlarınız da
sizi bu filmle tanıdı. Yurt dışı odaklı bu müzik yolculuğunuz hızla devam
ediyor. Niçin yüzünüzü yurt dışına çevirdiniz?
Bu bir tavır değil. Yurt dışından bize büyük bir ilgi var. Biz
belirli sınırlara karşıyız. Tabii ki bu coğrafyadan geliyoruz, buranın
kültürünü yaşıyoruz. Ancak Tevfik Fikret’in bir lafı vardır: Benim vatanım
dünya milletinde insanlıktır. Biz de böyle düşünüyoruz. Türkiye mikro vatanımız
ama makro ölçüde biz de herkes gibi dünyalıyız. Japonya’dan, Amerika’dan,
Hindistan’dan, Avrupa’dan bize karşı bir ilgi ve bu çok hoşumuza gidiyor. Eğer
Türkiye koşullarını beklersek, buradaki sanatçıların bile bizi anlaması zaman
alıyor. Bu çok yorucu bir şey. Hayat kısa, 20 sene sonra herkesin bizi anlamış
olmasını bekleyemeyeceğiz. 1996’dan beri varız ama insanlar daha yeni yeni Baba
Zula da varmış demeye başladı. Biz inandığımız yoldan taviz vermek istemiyoruz.
Yoksa belli formüller uygulayıp, belli melodik kalıplar içerisinde müzik yapıp
kolaycı bir yaklaşıma gidebiliriz. Mesela Bir Sana Bir de Bana şarkısı en
bilinen şarkımızdır. Çünkü popüler kalıplarda yaptığımız bir şarkıdır. Bir
popülariteye karşı değiliz ama popüler olmak için çalışmak istemiyoruz.
Yapılmamış, bize heyecan veren ve kaliteli işler ortaya çıkarmak istiyoruz. Özgün
bir tarzımız var. Bunu çıktığımız andan beri koruyoruz ve böyle de devam
edecek.
Filmlerle ön plana çıktınız. Film grubu yaftası yapılıyor mu
size?
Yapılıyor. Aslında çok yanlış bir şey de değil. Çünkü
doğumumuz budur. Yani nüfus kâğıdında doğum yeri Tabutta Röveşata yazıyor. Filmin
çıktığı zamanlar her anlamda kısır zamanlardı. Festivallere koyulacak film
bulunamıyordu. Tabutta Röveşata çok zor şartlarda çekilmiş bir filmdir. Günümüzde
az görülmeye başlanan bir türdür. Bu yüzden böyle bir filmin grubu olmaktan
gurur duyuyoruz. Bir de tiyatro müzikleri yapıyoruz. Tiyatro da film kadar
önemli bizler için. İkinci albümümüz Üç Oyundan On Yedi Müzik, sırf tiyatro
oyunları için yaptığımız müziklerden oluşuyor. Hiç kopmadık tiyatrodan. Bu sene
Büyünün Gözleri oyununa müzik yaptık. Tiyatro, sinemaya göre daha az ilgi gören
bir iş. Bu yüzden çok fazla tiyatro için yaptığımız işler bilinmiyor. Ama
tiyatro 10-15 yıl içerisinde, bugün sinemanın elinde bulunan değere
ulaşacaktır. Çünkü çok güzel topluluklar, çok güzel oyunlar çıkıyor.
Dünyada gezmediğiniz çok az yer kalmıştır. Türkiye ve diğer
ülkelerin müzik kültürleri arasında nasıl bir gözleminiz var? Büyük farklar var
mı?
Bize sorarsan gezmediğimiz çok yer var, dünya büyük. Ancak
Türkiye Cumhuriyeti pasaportlu, yurt dışında en çok konser veren de biziz. Her
yerde bambaşka biz müzik kültürü var. Bizim halk müziğimize benzer bir şey
göremedik. Yurt dışında pek bilinmiyor. Bizim işimiz ise bunu tanıtmak.
Etkilendiğiniz sanatçıların, müzisyenlerin pek çoğu
Saykodelik müziğin temsilcileri. Alevi Kültürü de müziğinizde var. Bir de batı
müziği ekliyorsunuz. Ortaya çok sesli bir tür çıkıyor. Harmanlama işini nasıl
yapıyorsunuz. Herhangi bir türün baskınlığı söz konusu mudur?
Bu iş çok doğal bir biçimde gelişiyor. Çünkü Türkiye’de
kendini kültürel etkileşime açan her insanda böyle bir algı vardır. Yani sanata
biraz meraklı bir insansanız, Shakespeare de okursunuz, Pir Sultan Abdal da
okursunuz. Bu müzikte de geçerlidir. Santana da dinlersiniz, Âşık Veysel de
dinlersiniz. Zamanla bunlar birbirinin içine girmeye başlar. Bizce,
Türkiye’deki bütün müziklerin böyle olması gerekir. Türkiye’de güzel müzik
yapılıyor ama özgün olmuyor. Kapalı kalıplarda müzik yapanlar özgün olmuyor.
Sadece içinde bulunduğu türün iyi birer temsilcisi/yorumcusu olarak kalıyorlar.
Bu kadar kapalı kalınması bize gerçekten enteresan kalıyor. Salt Alevi
kültürüne bağlı değiliz. Afrika kültüründen de Amerika ve İngiltere kültüründen
de etkileniyoruz. Olaya daha evrensel bakıyoruz. Ezilmiş, arka plana atılmış
kültürleri de çok merak ediyoruz, araştırıyoruz. Alevi kültürünü araştırırken
bir yandan da Şaman kültürünü de araştırıyoruz. Çünkü emperyalizm sadece
batıdan gelmiyor, doğudan da geliyor. Türkiye’de şuan büyük bir Arap
emperyalizmi var. Kimse bundan bahsetmiyor. Bir caddede yürürken bugüne kadar
hiç görmediğimiz Arap Bankları’nın şubelerini görebiliyoruz. Din üzerinden de
bir baskı var. Bunun farkında olmak gerekiyor. Tepki göstermek gerekiyor. Biz
bunu müzikle yapmaya çalışıyoruz.
Albümlerden ziyade sahnede devinen, maharetlerini
dinleyicisine yüz yüze gösteren bir grupsunuz. Rengârenk ve enerjik bir sahneye
sahipsiniz. Bunun bir standardı var mı yoksa sergilenen kültüre/ülkeye göre
farklılıklar gösteriyor mu?
Çok büyük bir farklılık olmuyor. Ama oturan seyirci-ayakta
seyirci, festival-kulüp, yaz-kış gibi durumlarda değişiyor. Kültürden ziyade mekâna
ve zamana bağlı bir değişim olabiliyor. Bazı yerlerde dansöz olmuyor, belli bir
sansür oluyor. Bazı yerlerde çok sert çalamıyorsunuz, bazı yerlerde de yavaş
çalamıyorsunuz. İlk soruda yurt dışına yönelme konusuna değinmiştik. Biz
yönelmedik aslında. Şartlar işi buraya getirdi. Yurt dışından büyük bir ilgi
görüyoruz, bunu neden reddedelim? Ama biz Türkiye’de çalmaktan daha büyük keyif
alıyoruz. Ne zamandır Eskişehir’e gelemedik diye üzülüyorduk.
Eskişehir demişken, hem kitleniz hem de kent hakkındaki
düşüncelerinizi de dinleyelim…
Eskişehir’i çok seviyoruz. Bize göre Türkiye’nin bir
numaralı kenti. Tüm kentlerin Eskişehir gibi olması gerekiyor. Büyükşehir
Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i çok beğeniyoruz, İletişim Bilimleri
Fakültesi’ni kurduğundan beri takip ediyoruz. Aynı zamanda sanatla ilgilenen,
idealist bir insan. Bizler politikacılardan hoşlanan insanlar değiliz ama
politikacı olacaksa böyle bir insan olması gerekir. Eskişehir’in oluşumunu
gıptayla izliyoruz. Buraya Avrupa kenti deniyor. Ama Eskişehir Avrupa
kentlerine benzemiyor. Benzemesin zaten. Burası Türkiye’nin uygar kenti.
Avrupa’yı bir kıyas olarak almak yanlış. Bir kentte değişik medeniyet ve
kültürlerin buluşma noktası olması gerekiyor. Eskişehir, bırakın desteği her
türlü kösteğe rağmen bu şekilde gelişiyor. Hem de bunu Anadolu’nun göbeğinde
yapıyor. Ankara’dan çok daha iyi. Türkiye bir İstanbul, bir Antalya, bir İzmir
olmamalı. Bu tür yerle Anadolu’nun içinden çıkmalıdır. Bu zamanlar olacaktır.
Eskişehir, nevi şahsına münhasır bir şehir. Çiböreği güzel, mantısı güzel. Dinleyici
kitlemize gelecek olursak, Eskişehir kalabalık ve genç bir şehir. Buradaki
yüksek enerjiyi her geldiğimizde hissediyoruz. Eskişehir’i Eskişehir yapan
biraz da bu durum. Gençlikten ve onların düşüncelerinden korkulmuyor, bu
aşılmış.
Baba Zula müzik dışında ne işlerle uğraşıyor? Gelecekte
neler göreceğiz?
Öncelikle Balkan Ekspres diye bir film projesi var. İstanbul
Film Festivali’nde gösterilecek. Bu projede baya ağırlıklı olarak yer aldık. Eski
bir filme müzik yapıyoruz. 1917’de İstanbul’da çekilen ilk film olan Doğu’nun
Çiçeği’ne (Enis Aldjelis) canlı müzik yapıyoruz. Bol bol konser veriyoruz.
25 Mart 2013 Pazartesi
Pentagram Söyleşisi
“Eskişehir her şeyiyle nefis bir kent”
Türkiye’nin çeyrek asırlık metal müzik efsanesi Pentagram,
222 Park Retro Hall’de verdiği konser sonrası sorularımızı yanıtladı. Konser
öncesi grup üyelerinin yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle sıkıntıya
düşmelerine rağmen sahne alan grup, ateşli Eskişehir seyircisini gördüklerinde
“İyi ki sahneye çıkmışız” dediklerinden dem vurdu. Gökalp Ergen(solist), Hakan
Utangaç(Gitar), Tarkan Gözübüyük(Basgitar), Cenk Ünnü(Davul) ve Metin
Türkcan’dan(Gitar) oluşan başarılı grup, Eskişehir maceralarını hayranları için
anlattı…
-Murat İlkan'ın gruptan ayrılmasının ardından konserlerde
Trail Blazer ve
Pentagram albümlerinden şarkılara yer vermiyorsunuz. Hayranlarınız bu konuya
biraz sitemkâr yaklaşıyor. Bu durum şarkıların brutal vokal gerektirmesinden
mi kaynaklanıyor?
Pentagram albümlerinden şarkılara yer vermiyorsunuz. Hayranlarınız bu konuya
biraz sitemkâr yaklaşıyor. Bu durum şarkıların brutal vokal gerektirmesinden
mi kaynaklanıyor?
Hakan Utangaç: Bu soruda anlaşılmayan bir konu var, bilinen
tabirle brutal ve melodik söyleyen diye bir ayırım söz konusu
değil. Gökalp Ergen her türlü söyleyebilen bir müzisyen ve şarkılarımız çoğaldıkça
seçimlerimizi daha çok son albümden oluşturduk ve geriye doğru gidersek
ve süreleri de göz önünde bulundurursak Anatolia' ya kadar gidebildik. Yoksa
her konserimizde 5 saat çalmak zorunda kalırız. İlerideki konserlerimizde ilk
iki albümden de şarkılara yer vereceğiz.
Cenk Ünnü: Zaten son 15-16 yıldır ilk 2 albümden parçalara
daha az yer veriyorduk. Bu albüm turnesi bittiğinde ilk iki albümle ilgili
sürpriz düşünüyoruz.
Tarkan Gözübüyük: Burada bir yanlış anlaşılma olabilir. İlk
iki albüm Murat`ın tarzına uymadığı için, çalıştığımız on beş yıl boyunca Vita
Es Morte ve No One Wins The Fight dışındaki parçaların birlikte provası bile
yapılmadı. Konserde bu albümlerden çaldığımızda da Hakan geçti hep mikrofona.
Sonbahar için, sadece bu iki albüme dönük bir sürpriz
planlıyoruz. 1995`ten beri çalmadığımız bazı parçaları Gökalp’le tekrar sahneye
taşıyacağımız için şimdiden heyecanlanıyoruz.
-25 yıldır şarkılarınızda var olan düzeni eleştiriyorsunuz. Gözlemlediğiniz
kadarıyla; eleştirdiğiniz konuların akıbeti ne oldu? Bir düzelme söz konusu
mu?
Cenk Ünnü: Keşke şarkı sözlerinde dile getirdiğiniz
eleştiriler dünyanın daha yaşanabilir olmasını sağlayabilse...
Hakan Utangaç: Zaman her şeyin ilacı derler bazı değişimler
olabilir. Tabii ki yeni fikirler yeni değişimleri beraberinde getirirken
karşıtlarını da beraberinde getirir. Fakat öte yandan 1000- yıl önce halk
ozanının yazdığı bir şiir bu gün her gündeme oturabilir.
Tarkan Gözübüyük: Görünüşe göre, yirmi küsür yıl önce
yazdığımız şarkılar hala güncelliğini koruyor.
-2008'den beri ilk kez Eskişehir'e geldiniz. Dinleyici kitlenizde nasıl bir
değişim gözlediniz? Kenti gezme fırsatınız olduysa, Eskişehir'i nasıl
buldunuz?
Cenk Ünnü: Ne yazık ki bir gün önce Ankara konserinden gelip
çok az vaktimiz olduğundan şehri gezmeye fırsatımız olmadı. Açıkçası hafta
arası gece 00:15’te sahneye çıktığımız bir konserdeki coşkulu Eskişehir
seyircisi beni hem şaşırttı hem de çok mutlu etti.
Tarkan Gözübüyük: Eskişehir 222 Park’ta beş yıl arayla yapılan
iki konser de zor başlayıp güzel bitti. 2008`de ses sistemi salona geç geldi.
Ses provasına zaman kalsın diye biz de yardım ettik taşınıp kurulmasına. Akşam
çok yorgun çıkıldı sahneye fakat seyircinin coşkusu sayesinde ateşli bir gece
oldu. Geçen Perşembe de Cenk ve Metin gripti, Gökalp`e de konsere iki saat kala
farenjit teşhisi kondu. İğneler, miğneler, iptal etme noktasından dönüp son bir
cesaretle attık kendimizi sahneye. Yine aynı heyecanla karşılandık ve bomba bir
konser oldu bizim için. Diğer yandan, 92`den beri ilk defa iki gün üst üste
çaldığımızdan, etrafı gezmek için pek halimiz kalmadı.
Hakan Utangaç: Pentagram gurubunun zaman geçtikçe yenilenen
bir izleyici kitlesi var. Bunu yıllar içinde hep gördük. Keza uzun bir aradan
sonra İstanbul konserimizde de gördük ki bambaşka bir dinleyici kitlesi var. Bu
duruma alışık olduğumuz için çok şaşırtıcı gelmiyor bize. Eskişehir nefis bir
kent, son konserde Ankara’dan gelip konser sonrası hemen döndük o yüzden
detaylı bilgi veremeyeceğim. Seyircinin katılımı ve atmosfer çok güzeldi.
Eskişehir Büyükşehir Belediyesi hakkında hep olumlu şeyler duyuyoruz.
Üniversite gençliğinin hâkim olduğu bir yerde muhakkak iyi bir konser salonuna
veya bir gösteri merkezine ihtiyaç var.
-Albümden önceki söyleşilerde eski üyelerin yeni albüm sürecine dahil
olabileceğinden bahsetmiştiniz. Bu pek mümkün olmadı. 20'nci yıl
konserlerindeki gibi ya da başka bir projede eski üyeleri yeniden
Pentagram'da görme şansımız olacak mı?
Cenk Ünnü: Bu turne daha çok yeni albümdeki parçalar ve yeni
solistimiz Gökalp in seyirciyle buluşması odaklı oluyor.
Hakan Utangaç: Özellikle 2012 albümü için böyle bir şey
söylememişizdir. Yanlış bir anlaşılma sanıyorum. İleride yapacağımız projelerde
neden olmasın gibi cevaplar bu duruma sebep olabiliyor.
Tarkan Gözübüyük: İlerideki projelerde neden olmasın J
-Yurt dışı odaklı başladığınız müzik yolculuğunuzda
Türkiye'de de büyük
bir kitle yakaladınız. Bahsedildiği gibi Türkiye ve Avrupa-Amerika arasında
müzikalite açısından bir uçurum var mı?
bir kitle yakaladınız. Bahsedildiği gibi Türkiye ve Avrupa-Amerika arasında
müzikalite açısından bir uçurum var mı?
Tarkan Gözübüyük: Müzik, dünyanın her ucunda insanların çok
sevdiği, her koşulda yaşattığı ve her kuşakla daha da zenginleştirdiği en eski
gelenek. Müzikalite olarak her toplumun zengin mirası var. Fakat genel
olarak işlerimizi doğru dürüst nasıl yürütebileceğimiz konusunda medeni ülkelerden
çok şey öğrenebiliriz.
Hakan Utangaç: Müzikalite açısından bir sorun yok da müzik
grupları çok fazla, Türkiye her zaman bir 30-40 yıl geriden takip ederdi her
alanda her şeyi. Bu süre daralıyor giderek.Fakat yaklaşım ve bakış açısı
değişmeli, bir önceki cevapta bahsettiğim konser salonu isteği bütün ülkemizdeki
en büyük eksiklik, yurt dışında daha çok yer almalı yerli müzisyenler ve
gruplar diyorum fakat önce burada geçirecekleri deneyimler çok önemli.
-Müzisyen grupları/müzisyenler, belgesellere veya filmlere
hem katkı
yapabiliyor hem de bunlara konu olabiliyor. Pentagram için de bu durumun
olması mümkün müdür?
yapabiliyor hem de bunlara konu olabiliyor. Pentagram için de bu durumun
olması mümkün müdür?
Hakan Utangaç: Çok uzun zamandır Pentagram grubunun 25
yıllık macerasını anlatmak istediğimiz bir belgesel var üzerinde çalıştığımız.
Ama üzerine hep bir şeyler ekleniyor , yeni oluşumda bunun bir parçası, 25 yılı
bir çırpıda anlatmak büyük sorun, elbette ki bir zamanı var umarım yakında
gerçekleşir.
Tarkan Gözübüyük: Arşivde çok görüntü var. Bunları yakın
zamanda tarayıp, kısa bölümler halinde internet üzerinden paylaşmak
niyetindeyiz.
-Çeyrek asrı devirdiniz. Bu yolculuk tıpkı şarkınızda da
olduğu gibi
"Sonsuzluk"a kadar sürecek mi?
"Sonsuzluk"a kadar sürecek mi?
Cenk Ünnü: Sağlığımız müsade ettiği sürece üretmeye ve
çalmaya devam...
Hakan Utangaç: Sürebildiği kadar diyorum. Fakat şarkılarımız
bizden daha uzun ömürlü olacaktır.
Tarkan Gözübüyük: Grubun adını ve külliyatını, Fantom
efsanesi gibi sonraki kuşaklara devretmeyi düşünüyoruz.
23 Mart 2013 Cumartesi
Kulaklarımızın kazandığı enfes değer: Ceyl’an Ertem
![]() |
Ceyl’an Ertem’i ne kadar sevdiğimi bilenler bilir. Aslında
her şey Peyote’nin Eskişehir’e şube açmasıyla başladı. 13 Haziran 2012 Ceyl’an
Ertem konseri vardı. Tarz-mekân ayırmadan her konseri gidip iş gereği
çektiğimiz için Ceyl’an Ertem’i de atlamadık tabii. Konu müzik olunca bende
akan sular durur. Sanatçı konser vermeden önce tüm albümlerini dinler,
sahnedeki performansıyla karşılaştırırım. Bugüne kadar sevdiğim-sevmediğim pek
çok şarkıcı/grup bu konuda bana büyük hayal kırıklıkları yaşattı. Ceyl’an
Ertem’de ise durum çok farklıydı. Ne hikmetse konser öncesi ne şarkılarını
dinleyebildim ne de fotoğraflarına/videolarına göz gezdirebildim. Mekâna
gittiğimizde konser yeni başlamıştı. Önce fotoğraflarımızı çektik ve
dinlemeye-izlemeye başladık. Sahnede bir an bile durmayan, şarkılarına
jestlerini mimiklerini özgünce katan bir kadın vardı. Bu özgünlüğü, O’nu ilk
kez dinleyenler tarafından genellikle olumsuz karşılanır. Ama O, bunlara hiç
aldırış etmez. Çok güzel bir lafı vardır: “Sahnede şarkı söylerken deviniyorum.
Bunu yalnız yapmıyorum. Orkestramla, dinleyenlerimle hep birlikte deviniyoruz.
Bundan güzeli yok.” Ben O’nun sesini de jestlerini de mimiklerini de ilk dinleyişimde-görüşümde
çok beğendim. Konser sonrası hemen eve geçip şarkılarını dinlemeye başladım. Sahnedeki
sesle bilgisayarımda dinlediğim ses arasından neredeyse hiç fark yoktu. Hatta
sahne performansı albümlerden daha iyi geldi bana. Dinledikçe sevdim, sevdikçe
çevremdekilere dinlettim. Pek çoğu benim gibi çok sevdi. Müzik geçmişi 10 yılı aşkın olan Ertem'i bilenler Anima'dan ve Barana'dan da bilirler. Bir de Ceyl’an
Ertem’le oturup söyleşmek de kısmet oldu. En keyif aldığım söyleşiler arasına
çoktan girerken, kulaklarımız da bu enfes değerin tadını çıkarmaya devam
ediyor. Umarım hep devam eder. Eskişehir’de neredeyse her ay konser veren Ceyl’an
Ertem’le hala tanışmayanlar varsa, Peyote’nin aylık konser bültenlerini
dikkatlice takip edin. Mutlaka Ceyl’an Ertem’i göreceksiniz…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)